Dijital İletişim Atölyesi, iletişim sektörüne yeni bir soluk olsun

Size güzel bir haber vermek istiyorum. İletişim sektörü geçtiğimiz günlerde yepyeni bir ajans kazandı. Bu ajansın benim için en büyük özelliği benim üniversite bitirme ödevimin uzun yıllar sonra çok sevdiğim, uzun yılardır birlikte çalıştığım iki dostum, kardeşim, ağabeyim tarafından hayata geçirilmiş olması. Dijital İletişim Atölyesi yani DİA ‘nın temeli uzun yıllar önce benim tarafımdan atıldı ama mevcut görevlerimden dolayı hep köşede bekleyen bir fikir olarak kalmıştı. Bugünse gerek ajans tarafında gerekse kurum tarafında uzun yıllardır markalara iletişim hizmetleri sunan ekipler içinde yer alan Sevgili Hamza Şamlıoğlu’nun ajans başkanlığında, üniversiteden sınıf arkadaşım, kurumsal pazarlama dehası Sevgili Doğan Balcan‘ın ajans başkan yardımcılığında yeni yılla birlikte hizmet vermeye başladığı Privia Security, PriviaHub, Zemana, deepware, berqnet, bulutklinik ve Avelieer markalarıyla iletişim sektörüne giriş yaptı.

Hamza abi ve Doğan markalara, Medya iletişimi, Etkinlik Yönetimi, Sosyal Medya İletişimi, Dijital Reklam Yönetimi, Online Montioring, Grafik Tasarım, Web Tasarım ve Kodlama, Arama Motoru Optimizasyonu, Video – Prodüksiyon gibi hizmetleri vermeyi hedeflemişler ama ben sonuna kadar inanıyorum ki ilerleyen süreçte bu hizmet başlıkları artacaktır ve Dijital İletişim Atölyesi (DiA), kurduğu uzman ekibiyle de sektörde farklılaşmayı başaracaktır.

Sevgili abim, Hamza Şamlıoğlu ajansı hakkında, “Uzun yıllardır farklı sektörlerde önemli projeler yürüten bir ekip olarak bir araya gelerek DİA’yı kurmaya karar verirken amacımız markalara ve kreatif özellikli çalışanlara sınırsızca hayal kurabileceği ve hedeflerini gerçekleştirebilecekleri bir ajans deneyimi sunmak oldu. DİA’nın işleyiş süreçlerini de tamamen bu fikre uygun şekilde kurguladık. DİA; markaların dilinden konuşan, onların hedeflerini anlayan ve bu yolda markalara yeni bir vizyon sunabilmek adına fikirler üretme heyecanı taşıyan bir ekip ile yola çıktı. Bunun yanında genç yaratıcı insan kaynağının markalar ile amaç birliği içinde özgürce hayal ettikleri projeleri hayata geçirebileceği, alanında deneyimli ve öğretmeye istekli  “ustaların” öğrenmeye hevesli genç “çıraklar” ile birlikte markalar için değer ürettiği bir çalışma alanı yaratmayı hedefliyoruz. Çünkü biz Dijital İletişim Atölyesi olarak, iletişimde usta çırak ilişkisinin önemine inanıyoruz.” demiş.

Yolun bahtın açık olsun DİA, güzel işler yap, etik davran, sektöre katma değerli işler ve mutlu çalışanlar kat.

ROIVA İLE TANIŞMAYA NE DERSİNİZ?

Tüm dünyada farklı etkileri olan ve ülkemizde normalleşme dönemi girdiğimiz pandemi sürecinde yeni bir girişim veya işletme kurmak bir hayli cesaret gerektiren bir konu. İşte bu noktada gözüme çarpan bir girişimden bahsetmek istiyorum: ROIVA


ROIVA aslında; bir büyüme pazarlaması (growth marketing) firması olarak karşımıza çıkıyor ve şirketin kurucusu Veli Bahçeci benim bireysel olarak uzun zamandır tanıdığım biri. Sevgili Veli, ROIVA’nın odağını şu şekilde özetliyor: Destek verdiği firmaların iş hacimlerini “veri odaklı dijital pazarlama yöntemleri ile tutarlı bir şekilde büyütmelerine yardımcı olma”

Firma adının ilk okunuşunda Return Of Investment VAlue (yatırımın geri dönüşüm değeri) söyleminin kısaltması gibi algılanması da firmanın kendisini neden büyüme pazarlaması tarafında konumlandırdığını açıklıyor gibi.

Peki ROIVA’nın Hizmetleri Neler?

Firma öncelikle her müşterisi için bir büyüme stratejisi geliştirerek projelerine başlamak istiyor. Bu stratejinin ucu hangi alana dokunuyorsa o alanda söz sahibi olmak ve optimizasyon yapmak gibi bir vizyonları olan ekibin lideri ise Veli Bahçeci.
Veli ROIVA Hakkında, “Biz müşterimizin Google ads, display, programatik, native, sosyal medya reklamları dahil tüm dijital reklamlarını yönetebiliriz. Yönettiğimiz müşterimiz ve projelerimiz de var. Ama aynı müşteri veya projede veriyi okuyan, analizler çıkaran ve optimizasyon önerileri getiren bir yapıdayız. Medya bütçesini harcamanın ve basit KPI’ları yerine getirmenin ötesinde işin tamamını okumaya çalışan, büyüme için öngördüğü sıçrama tahtalarının üzerindeki çivileri tek tek temizleyen ve hatta bizzat sahaya inip, aksiyon planlarını test eden, tüm süreci kontrol edip detaylı raporlayan bir firma ile karşı karşıyasınız. Yani kısacası sadece CPC, CPM, CTR konuştuğumuzu değil CR, CPI, CPL, CPA, pay back time, quality score, retention ratio, ciro, lead scoring ve hatta teles atış performansı gibi bir çok KPI’ı tartışan bir yapı olacak ROIVA.”


Online ve offline tüm tüketici davranışlarının değiştiği şu dönemde büyük bir cesaret örneği gösteren ve belki de her krizin doğurduğu fırsatlardan biri olarak dijital pazarlama sektörüne yeni bir anlayış getirecek olan ROIVA ekibine ve Veli Bahçeci’ye ben kendi adıma başarılar diliyorum..

Firmayı ve hakkındaki gelişmeleri takip etmek isterseniz;
● Twitter: https://twitter.com/roivaco
● Linkedin: https://linkedin.com/company/roiva
● Instagram: https://instagram.com/roivaco
● Medium: https://medium.com/@roiva
● Websitesi: https://roiva.co

Sağlık Bakanlığı, Sağlık İletişimi, Süreç Yönetimi İletişimi, Kriz İletişimi, Stratejik İletişim, Reklam, Ünlü Kullanımı ve Koronavirüsü

Ülke olarak zor bir süreçten geçiyoruz. Dünyayı tam anlamıyla kasıp kavuran koronavirüs salgını ülkemizde de etkisini gösteriyor. Ülkemizde bu sürecin ve hastalığın ilk muhatabı olan Sağlık Bakanlığımız da ilk andan itibaren bence elinden geldiğince hatta bir kamu kuruluşunun elinden geleceğinden çok daha iyi şekilde bu sürecin operasyonel boyutu kadar iletişim sürecini de yönetmek için çalışıyor. Bu arada yazımın başlığını biraz garip ya da saçma bulabilirsiniz ama bu iletişim sürecinin bana çağrıştırdığı iletişim faaliyetleri bunlar. Hatta düşündükçe çok daha fazlasını da bulabiliriz. Öncelikle Sayın Bakanımız Fahrettin Koca’yı, Sağlık Bakanlığımızı ve bu süreçte emeği olan herkesi tebrik etmek isterim. İşin sağlık operasyonu boyutunu değerlendirmek benim haddime değil ama iletişim boyutu hakkında az çok bir şey yazabilirim diye düşünüyorum. Öncelikle bu süreç iletişiminde 360 derece iletişim faaliyetlerinin neredeyse hepsinin kullanıldığını söyleyebiliriz. Mesajlar iyi belirlendi, çok seslilik yerine süreç sözcüsü olarak Sağlık Bakanımız ön plana çıktı, mesajlar mecralara eş zamanlı, ilk elden ve doğru şekilde servis edildi. Yalan, asılsız ve yanıltıcı mesajlara karşı tedbirler alındı. Hem Bakanlık tarafında hem de Sayın Bakanımızın kişisel sosyal medya kanalları üzerinden insanların kolayca paylaşabileceği sosyal medyanın doğasına uygun içerikler hızlı ve sürekli şekilde paylaşıldı. Neredeyse tüm kanaat önderlerinin sürece katılımı ve hem Bakanlığımızı hem de Bakanımızı desteklemesi sağlandı. Basın toplantıları düzenlendi, mesajların paylaşımı için iyi tasarımlar yapıldı, video içerikler oluşturuldu, ünlü kullanımı yapıldı.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı YENI%25CC%2587%2BKORONAVI%25CC%2587RU%25CC%2588S%2BBROS%25CC%25A7U%25CC%2588RU%25CC%2588.pdf.pdf-01.jpg

Bu süreç bir sağlık iletişimi faaliyetidir; Ülkemizde sağlık iletişim deyince maalesef akla ilk gelen iş, saç ekimi ya da protez diş yapımı noktasında yurt dışından hasta getirmek anlaşılmaktadır. Bu işe normal anlamıyla da uzman olan bir doktorun ya da sağlık tesisinin uzmanlık alanları hakkında halkı bilinçlendirme noktasında yaptığı iletişim faaliyetleridir diyebiliriz. Şu an Bakanlığımız üzerinden devletimizin yaptığı tüm faaliyetler sağlık iletişimi noktasında gerçekten başarılı olarak kabul edilebilir.

Sağlık Bakanlığı Koronavirüs Basın Açıklaması

İletişimde süreç yönetimi dediğimiz bir iş vardır, genellikle yaptığımız işler tek kurşunluk işler olmamakla birlikte öncesi, esnası ve sonrası olan bir süreci kapsamaktadır. Süreç ne kadar iyi yönetilirse eğer yapılan iletişim çalışmalarında kullanılan bilgilerde yalanlar, kandırmalar yoksa iş o kadar başarılı olur. Ama günün sonunda sizin yalan söylediğiniz ya da bazı gerçekleri gizlediğiniz ortaya çıkarsa maalesef bu süreç sizi krize götürecektir. Şu anki gidişatta biraz kervanı yolda düzüyorlarmış gibi bir izlenim olsa da süreç iyi yönetiliyor gibi.

Hani bir söz var ya “siz ne söylerseniz söyleyin, söyledikleriniz karşınızdakinin anladığı kadardır” diye bizim yaptığımız tüm iş, kaynak olarak hazırladığımız mesajların alıcılar (hedef kitleler) tarafından anlaşılır olmasına çalışmaktır. Süper metinler yazabilirsiniz ama eğer hedef kitlenize hitap etmiyorsa maalesef anlatmak ya da söylemek istedikleriniz anlaşılmayacaktır. Sağlık Bakanlığımız bu iş için öncelikli mesaj olarak 14 Kural diye bir şey belirledi ve farklı yollarla tüm ülkemize bu 14 mesajı en iyi şekilde anlatmaya çalışıyor. Şu an gördüğüm kadarıyla 7’den 70’e neredeyse herkes bu kurallara uymaya özen gösteriyor. Bu da uygulanan mantığın doğru olduğunu bize gösteriyor.

Şimdi bu işin bütününe baktığımız PR var, sosyal medya kullanımı var, tasarım ve video üretimi var, etkinlikler var ve tabi reklam tarafı var. Birçok farklı içerik sizin reklamınız olabilir, kimi zaman bir tasarım kimi zaman bir ses kaydı kimi zamansa bir film. Sağlık Bakanlığımız yine 14 kural mesajlarını kullandığı reklam filmleri çekmiş ama bunda tıp profesörleri, uzman doktorlar yerine şu an prime time da oynayan iki dizinin başrol oyuncularını kullanmış. Hekimoğlu dizisinde Ateş Hekimoğlu rolünü canlandıran Sevgili Timuçin Esen ve Mucize Doktor dizisinde Ali Vefa rolünü canlandıran Sevgili Taner Ölmez bu iki reklam filminde Sağlık Bakanlığımızın mesajlarını bizlere iletiyorlar. Bu konuda daha iyi iki isim kim olabilirdi diye sorsanız ben de olsam ne yapar ne eder bu iki isimle çalışırdım diyebilirim. Gerçekten doğru tercih çünkü iki isim de canlandırdıkları karakterler ile şu an izleyenlerinin kalbini de prime time daki raytingleri de çok iyi çalmış durumdalar.

Peki stratejik iletişim bu işin neresinde derseniz her ne kadar geçmiş bir tecrübe olmasa da, işler gerçek zamanlı olarak şu an planlansa da burada yazmaya çalıştığım şeylerin bütünü zaten bize işin stratejisini veriyor. Şu an bu işin yönetimini kim yapıyorsa doğru bir stratejiyle süreci yönetiyor diyebiliriz. Umarım sistemin çarkları bir yerde hata vermez.
Bunun ötesinde kriz iletişimi nerede diyenleriniz olacaktır, şu an Bakanlığımız zaten bir kriz döneminin iletişimini yönetiyor kimi markanın ürününün üretiminde sıkıntı çıkar kriz olur, kimi markanın çalışanları markayı krize sürükleyebilir vb. Sağlık Bakanlığı gibi bir markanın krizi de maalesef bu şekilde olur.
İnşallah duam odur ki bu süreçte gizlenen gerçekler yoktur ve tüm süreç gerçekten şeffaf şekilde hedef kitleler ile paylaşılıyordur. En azından ülkem, tüm çevrem ve ailem için bunun olduğuna inanmak istiyorum çünkü eğer gizlenen gerçekler varsa ve yarın öbür gün ortaya çıkarsa işte o zaman kaos ortamı oluşacak ve bambaşka bir kriz süreci başlayacaktır ve emin olun ülkemizde öyle bir krizi yönetebilecek iletişim uzmanı yok.

Offline Etkinliklerin Online Yayınında Müzik Telifi Sorunu

Artık neredeyse tüm dijital platformlar üzerinde telif hakları noktasında çeşitli yaptırımlar uygulanıyor. Özellikle müzik eserlerinde ya da herhangi bir yayıncıya ait olan video içeriklerinin izinsiz olarak kullanılması durumunda youtube ya da facebook eş zamanlı olarak kısıtlamalar yapabiliyor.

En çok rastladığımız kısıtlamalar, müzik eserlerinde ses kısma ya da bir yayıncıya ait eserlerin yayın kısıtlaması yapılması olsa gerek.

Geçtiğimiz günlerde yaptığımız bir açılış etkinliğini eş zamanlı olarak sosyal medya kanallarımız üzerinden de yayınlıyorduk. Canlı yayın esnasında ortam müziğine hem youtube hem de facebook üzerinde eş zamanlı olarak telif atıldığını gelen bildirimler ile fark etmiş olduk. Böylelikle offline bir etkinliğin online yayınının da müzik telifi kısıtlaması ile karşılaşılabileceğini eş zamanlı olarak yani (yani program bitip de kaydın kanalları düşmesi ile değil) online yayın esnasında şahit olduk. Canlı yayınımızın belirli bir kısmı sessiz şekilde yayınlandı.

Bu demek oluyor ki markalar bundan sonraki süreçte yapacakları etkinliklerde de kullanacakları müziklere dikkat etmeleri gerekiyor ve muhtemelen yakın gelecekte “markalara hak sahipleri tarafından siz şu etkinliğinizde bize ait olan şu müzikleri kullanmışsınız” şeklinde tebligatların da gelmesi yakın gibi gözüküyor.

Ama bu noktada da sıkıntı yaşamamak için fark ettiğimiz bir püf nokta da şöyle oldu, eğer müzikler ortam sesi ile birlikte arka planda çalar ve ayrıştırılamaz nitelikte olursa yani ortam sesi müziğin üstünde olursa sanki telif problemi ile karşılaşılmıyor.

Selam Netflix, Burası Türkiye!

Netflix diye yazılır bazılarına göre Türk sinemasının düşmanı diye okunur!

Sizce de saçma değil mi?

Her şey geçtiğimiz hafta sonu Organize İşler 2 Sazan Sarmalı filminin vizyondayken Netflix isimli dijital yayın platformunda yayınlanmasıyla başladı.

Konuyla ilgili bireysel düşüncemi cumartesi günü sabah kahvaltısı yaparken Organize İşler 2 Sazan Sarmalı filmini izledikten sonra twitter üzerinden paylaşmıştım.

3-4 gündür kendimce konuyu konuyu takip ediyorum. Yılmaz Erdoğan’ı, netflix’i Türk sinemasına ihanet etmekle şuçlayan mı ararsınız yoksa bu yapılanın filmin adı ile ilgili olarak bir sazan sarmalı olduğunu söyleyen mi?

Güya bu yapılanla Türk sineması bitecekmiş!

Arkadaşlar sizler hangi dünyada yaşıyorsunuz?

Bu konuyu anlamak için iletişim bilimci olmaya gerek yok ama bir iletişim fakültesi mezunu olan ve nacizane iletişim sektöründe hizmet veren bir marka iletişimcisi olarak çok kısa bir açıklama yapmak istedim.

Bu kaçınılmaz bir gerçekti, eninde sonunda olacaktı, bunu kimse sorgulamasın bence..

Nasıl mı? Neden mi?

Nasıl ki; plaklar bitti kasetler geldi, kasetler bitti cd’ler geldi, cd’ler bitti dijital yayın platformları geldi!

Nasıl ki; gazete baskıları azaldı, (hatta kimi gazeteler baskıları durdurdu) internet haber siteleri geldi, yetmedi gazeteler mobil uygulamalara dönüştü!

Nasıl ki, TV’ler hem cihaz hem teknoloji bakımından değişti, online TV uygulamaları (Digiturk, Tivibu, Turkcell TV) çıktı, hatta kanallarda yayınlanan programlar TV karşısından çok youtube’da izlenmeye başladı! Ya da mesela nasıl ki, Acun Ilıcalı TV8’i almasının ardından acunn.com ‘u açtı ve kendi ücretsiz online yayın platformunu da kurdu, oradan da gelir elde etmeye başladı.. Hatta son bir şey daha ekleyeyim nasıl ki yılların ulusal yayın kanalı Kral TV’si dijitalleşti..

İşte bu doğrultuda filmler önce kasetlere girdi, ardından cd’lere dönüştü, cd’ler korsana düştü, filmler online platformlarda korsan olarak yayınlandı, her yapımcı kendi youtube kanalını kurup filmlerini kendileri online ve ücretsiz olarak yayınladı, bunun bir tık ötesinde de Netflix gidip parasını vererek vizyondaki bir filmi kendi platformu üzerinden kullanıcılarına sundu.

Bu ne bir ihanet ne de Türk sinemasının sonu..

Bakın 2015 yılında Kanal D ‘de yayınlanan Ulan İstanbul dizisi için ne yapılmış? Normal kanal yayını bırakılarak dizi sadece online olarak yayınlanmaya başlanıldı. Yani bu dizinin yapımcıları bu kapıyı gördüler ama cesur olup sürdürülebilir kılamadılar. Bu da belki TV kanallarının kendi platformları yerine ücretli dijital yayın platformlarına büyüme imkanı sundu.

Diğer taraftan, evimde Turkcell TV, TV + kullandığımı belirtmem lazım. Bu sayede istediğim programı kaydedebiliyorum, program yayınlanırken durdurabiliyorum, geri alabiliyorum, eğer 24 saat içinde yayınlanmış bir programsa geri alıp izleyebiliyorum vb. daha fazlası..

Öte yandan uzunca bir süredir netflix ve blutv abonesiyim.

Netflix’in Organize İşler 2 Sazan Sarmalı yayınlamasını bir kenara bırakın yayınladığı orjinal yani kendi yapımı olan dizi ve filmleri görseniz ilk diyeceğiniz şey bence, “yav bizim kanallarımızda yayınlanan diziler diziymiş mi be!” olur!

Blutv’ye sadece önceden youtube üzerinde izlediğin Sıfır Bir dizisi için abone oldum.

Burada da youtube’a içerik üreten amatör bir ekibin, profesyonel bir tarafa geçişi söz konusu, aslında iş basit, bunu aynı internette söylediği şarkılar popüler olan bir şarkıcıya albüm yapan yapım şirketi olarak düşünebilirsiniz.

Şimdi başa dönelim Yılmaz Erdoğan’ın filmini bir ücretli online platformunda yayınlaması mı suç ya da ihanet mi yoksa bir ücretli online yayın platformunun vizyondaki bir filmi satın alarak (ki 5 milyon TL verildiği söyleniyor) yayınlaması mı?

Daha iki ay öncesinde sinema salonu sahipleri ile yapımcılar arasında yaşanılan sorunlar ve bizlerin de en az onlar kadar kazıklandığımız düşünülünce bu ne bir suç ne de bir ihanet. Bu tamamen dijitalleşen dünyanın kaçınılamaz bir sonucu..

Ve kesinlikle Türk Sinemasının sonu filan da değil, ülkemizde sinema salon yayıncılığını yapan bazı güçlü grupların olayın ciddiyetinin farkına vararak ortaya çıkardıkları spekülasyondan başka bir şey değil. Eğer bu iş büyürse ki büyüyecek ülkemizde sinema salon yayıncılığını yapan bazı güçlü grupların sonu gelmese de artık kazandıkları paralar azalacak, tüm feryat figan da bu yüzden.

Yoksa Türk sineması kendi içeriklerini üretmeye devam edecek ve Türk sinema seyircisi de kendi evinde ayaklarını uzatarak filmini, dizisini izleyecek.

Bazı iyi iş yapan firmaları yorum dışı bırakarak, Türk sinema seyircisi de pis, leş gibi yağ kokan sinema salonlarından kurtulacak ya da sinema gitme meraklısı olanlar bu adetlerini sürdürmeye devam edecek..

Bilmem konuyu az da olsa anlatabildim mi?

Hı Hı, Evet, 25 Kuruşa Hepimiz Birer Reklam Panosuna Dönüşeceğiz

Son günlerde gündemi meşgul eden konuların başında alış veriş poşetlerinin ücretli hale gelmesi ve 25 Kuruşa satılacak olması geliyor. Bir iletişimci olarak bu işe nereden nasıl bir yorum yapacağımı ilk başlarda bilemedim ama üzerinden zaman geçmeye başladıkça bazı şeyler netleşmeye başladı. Bu yazıya bugüne kadar atmadığım tarzda da bir başlık atmayı istedim. Çünkü bu tartışma bana biraz komik geldi.

Biz iletişimciler olarak kendimiz de dahil olmak üzere hedef kitleler içerisinde yer alan bireylerin markanın birer elçisi olması için çalışırız. Bu mantıkla da kişiler, markayı konuşsun, logoyu üzerinde taşısın, sosyal medyada ürün, hizmet ve fikirlerimizi paylaşsın isteriz. Şimdi bir düşünün, çantanıza, masanıza, evinize, dolabınıza bakın ücretini ödeyerek aldığınız kaç ürünün üstünde logo ya da isim yok? Yani ücreti ödemiş olsanız da neredeyse aldığınız tüm ürünlerde markaların ismi ya da logosu muhakkak vardır.  Bu ismi ya da logoyu kimi zaman göğsünüzün üstünde kimi zaman sırtınızda kimi zamanda elinizde taşırsınız. (Hatta kimi zaman o logoyu üzerinde taşımak kişi için bir prestij kaynağıdır)

Şimdi diyeceksiniz ki biz onları isteyerek alıyoruz ama poşetler zorla satılıyor ya da satılmak isteniyor! İş aslında öyle değil, plastik poşet kullanımıyla ilgili olan süreç ne poşet satanlar ne de poşet alanlar tarafından istenilen bir durum değil. Tamamı ile yasal süreçlere dayanan ve asıl amacı zaten markete poşet sattırmamayı, müşteriye poşet aldırmamayı amaçlayan bir proje ile karşı karşıyayız. Her ne kadar eksik olsa da mantıkla düşünüp, poşet kullanımı, çevreye ve ekonomiye zararları vb. çok basit google aramaları ile  durumun önemini çok daha iyi anlayabiliriz.

Bir üstteki cümlede “her ne kadar eksik olsa da” dedim, çünkü çevresel anlamda düşündüğümüz çevreye tek zarar veren şey poşet değil, yazın pikniğe gidip piknik sonrası artıkları toplarken bir poşetin içine koyulan tüm materyalleri düşünün, cam/plastik şişeler, kağıt atıklar, et mamullerinin altındaki plastik malzemeler vb. Eğer hem çevre hem ekonomi düşünülüyorsa bence tüm atıksal malzemeler için benzer bir uygulama ya da muadil uygulamalar geliştirilmeliydi.

Çok iyi hatırlıyorum çocukken, depozitosuz süt şişesi yoktu şimdi neredeyse depozitolu olan yok, eskiden cam şişe kolalar vardı bugünkü gibi küçük değil litrelik şişelerden bahsediyorum, diğer taraftan alkollü içeceklerin şişelerindeki durum ne şu an? Niye firmalar kendi ürün kaplarını geri çağırmıyorlar artık?

Diğer taraftan belediyelerin geri dönüşümlü ürün toplama oranları ne acaba? Kaç binada, kurumda geri dönüşümlü ürün toplama kutuları var? Çöplerden atık toplayan (ortaokuldayken bir Hocam onlar için en iyi çevreciler onlar demişti, hep o gözle bakarım o kişilere) kişiler olmasa çöp atım/arıtma tesislerindeki geri dönüşüm sistemleri ne durumda acaba?

Bu ve benzeri birçok soru zihnimin bir köşesinde dururken gündemimizde 25 kuruşa alışveriş poşeti var, olay birde sadece bazı indirim marketleri üzerine kalmış durumda. Diğer büyük market zincirlerindeki durum ne? Onlar poşetleri bedava mı veriyor yoksa onlardan alışveriş yapanlar 25 kuruşa reklam panosu olmayı çoktan kabul ettiler mi ya da onlar zaten çevreye saygılı kişiler ve hemen bu durumu kabul edip ona göre aksiyonlarını mı aldılar mı? Yine sorular, hep sorular..

Burada iş yine biz iletişimcilere düşüyor, bu poşet olayının taraflarındaki kurum, kuruluş, belediye, bakanlık vb. kim varsa “artık paralı, yasak, bunun yasası var” demek yerine çıkıp, güzel bir bilinçlendirme kampanyası organize edip bu işin faydalarını toplumun her kesimine anlatmak lazım. Yaptık oldu mantığıyla hareket etmek günümüz iletişim toplumunda maalesef çeşitli muğlaklıklara neden olabiliyor.

Spor Pazarlamasına Giriş

Aktif blog yazısı yazamadığım için yazdığım yazılara genellikle “geçtiğimiz günlerde..” girizgahı ile başlar oldum. Bu yazımda da maalesef aynı şekilde bir giriş yapacağım. Aslında bu temalı bir yazıyı çok uzun süredir yazmak istiyordum ama bir türlü fırsatım olmamıştı. Eğer o zaman yazıyı yazmış olsaydım uzun yıllar Greco-romen güreş ile uğraşmış, hala bir güreş tutkunu olarak Türkiye Güreş Federasyonu üzerinden örnekler verecektim ama bu yazımda örneklerimiz başka kişi ve kurumlar üzerinden olacak. Ama belki yine örneklerimiz içerisinde Güreş Federasyonumuzu da atıfta bulunurum.

Geçtiğimiz günlerde Facebookta yandaki paylaşımı gördüm. Ardından aklıma geldi ve Spor Bakanlığımız, Halter Federasyonumuz, Olimpiyat Komitemizin facebook ve sosyal medya hesaplarına baktım acaba kimse Naim Süleymanoğlu’nu hatırlayıp konu hakkında herhangi bir paylaşım yapmış mı diye. Maalesef herhangi bir paylaşıma denk gelemedim. Buradan hareketle bu kurumların sosyal medya hesaplarına bir göz atmak istedim.

Spor Bakanlığımızın profesyonel bir sosyal medya iletişimi var, ya bu işi kurum içinde bir birimle yapıyorlar ya da bir ajansla çalışıyorlar ama bu işi uzun süredir ciddiye alarak profesyonelce yönetiyorlar. Onların bu konu üzerindeki eksikliği, sosyal medyanın doğası gereği, daha sosyal daha aktif içeriklerin buralarda paylaşılması gerekirken bakanlık isminin ağırlığını çok hissettiriyor olmaları.  Okumaya devam et “Spor Pazarlamasına Giriş”

İstanbul Aydın Üniversitesi PR ATÖLYESİ Öğrencilerinden “MESLEĞİMİN FARKINDA OL!” Kampanyası

Dün akşam facebookta önüme bir video düştü hem hemen izledim hem de şu an Halkla İlişkiler eğitimi alan kardeşimle paylaştım ve izlemesini istedim. Sizler de eğer bu mesleğin öğrencileri ya da uygulayıcıları arasında yer alıyorsanız aşağıdaki videoyu muhakkak izlemelisiniz.

Videoda eli, emeği olan tüm kardeşlerimi canı gönülden tebrik ederim. Ben kısmi bir zamandır (2010’dan bugüne) blogumda iletişim bilimleri özellikle Halkla İlişkiler üzerine yazılar yazmaya çalışıyorum. Nacizane bu sektör içerisinde de işler yapmaya çalışıyor, bu mesleğin ekmeğini yiyorum. Buradan aldığım deneyimle de üniversitelerde öğrenci arkadaşlarımızın ve hocalarımızın misafiri olup arkadaşlarımıza hem nacizane bildiklerimizi anlatıyoruz hem de neredeyse gittiğim her yerde mesleklerine sahip çıkmaları konusunda  tavsiyede bulunuyorum.

Okumaya devam et “İstanbul Aydın Üniversitesi PR ATÖLYESİ Öğrencilerinden “MESLEĞİMİN FARKINDA OL!” Kampanyası”